Diyarbakır
gap
gap turu
gezi
Hazar Gölü
seyahat
tatil
Hazar Gölü'nde Bir Moladan Sonra Diyarbakır ...
Tren yolculuğu bitiminde bavullarımızı kaptığımız gibi bizi bekleyen otobüsümüzün yolunu tuttuk. Malatya Garı'nda da gördüğünüz gibi yol boyunca birkaç garda daha yenileme çalışmaları vardı. Türkiye çapında böyle bir çalışma var sanıyorum. Otobüse yerleşir yerleşmez yola çıktık çünkü zaman az gezilecek yer çoktu. Hatta tempolu olursak programda olmayan birkaç yeri daha görebilme ihtimalimiz vardı. Eee bu durumda hepimiz topuklara kuvvet diyerek başladık yolculuğa.
İlk molamızı Elazığ'ın hemen yakınında bulunan ve tektonik bir göl olan Hazar Gölü'nde verdik.
Kenarındaki banklara oturup çayımızı kahvemizi yudumlarken bir yandan da rehberimiz Cem Bey'in gölle ilgili verdiği bilgileri dinliyorduk. Gölün Türkiye'nin en derin gölü olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Derinliği 213 m'yi buluyormuş. Bunun yanı sıra da çok anlamlı bir efsanesi varmış;
Yıllar yıllar önce henüz burada göl oluşmamışken hamile bir kadın buradaki köyden geçmekteymiş. Burnuna gelen nefis ekmek kokusuna dayanamayıp bir parça istemiş. "Kimden hamile kaldıysan git ondan iste ekmeği!" cevabını almış maalesef. Bununüzerine kadın dayanamamış ve elini yere koyarak "İnşallah bu köy su keser, ben de taş keserim" diye beddua etmiş. Yıllar sonra da tektonik bir hareket sonucu köy sular altında kalmış. Kadının da dağa dönüştüğü söyleniyormuş. Öyle ki; Hazar Baba Dağı olarak bilinen bu dağda yüzü, hamile karnı, saçları ayırt edilebilen bir kaya bulunuyormuş.
-O ne sallıyor? Ne bayrağı o öyle?
-Haaa?!
-Bayrak, bayrak baksana!
-Hee. Ha bunlar turist bak. O da bunlar kaybolmasın diye sallıyor onu. (Yerel şive eşliğinde seslendirmek isterdim size)
Neyse biz ilerlerken sivil bir polis de rehberimizi hırsızlıklara karşı uyarınca herkes bütün çantaları, cüzdanları, fotoğraf makinelerini önüne alarak ilerledi. Bütün olumsuzluklara rağmen yukarıda gördüğünüz minaremsi yapıya varınca bütün ruh halimiz değişti. Neden mi? Çünkü bu minarenin altında 7 kere dönerek dilek dilerseniz dileğiniz kabul oluyordu. Bayan popülasyonu bayağı yüksek olan grubumuzun neredeyse tamamı minarenin dibinde dönmeye başladık. Diyarbakır halkı da bizi izlemeye başladı ;)
Dilekler dilendikten sonra, kapanmış olsa da, ricamız üzerine bizlere kapılarını açan, Mar Petyum Kilisesini gezmeye gittik. Bu kilise halen Diyarbakır'da yaşayan Keldaniler tarafından kullanılan bir Katolik Kilisesi. Kilisenin kesin yapılış tarihi bilinmiyormuş. Yalnız kapılardan birinin üzerinde bulunan 1834 yazılı bir kitabe bulunuyormuş. Bu tarih de kilisenin onarım tarihlerinden biriymiş. Dolayısıyla tarihi çok daha eskilere dayanmaktaymış. Bizi güler yüzle karşılayan görevliler, aynı güler yüzlülükle ve iyi dileklerle uğurladılar, sağ olsunlar.
Yolda yaşanan bir aksaklık yüzünden Cahti Sıtkı Tarancı Müzesi'ne giremedik, kapanmıştı. Gün batmadan meşhur Diyarbakır Surları'na gittik ve o güzelim manzarayı izleme şansına nail olduk. Şakır şukur herkes fotoğraflarını çekildikten sonra inerken bir de ne görelim Üzerinde bulunduğumuz Keçi Burcu'nun altı da pek güzelmiş. Haldır huldur bir de orada fotoğraf çekinmeye gittik.
Böyle mekanları sizler de benim gibi sevenlerden misiniz bilmem ama burası öyle güzel bir atmosfere sahipti ki orasından, burasından, her yerinden resimlerini çektim. Bu farklı atmosferde ne güzel organizasyonlar düzenlenir değil mi? İçeri girer girmez onu hayal ettim nedense.
Mardin kapısının doğusunda yontulmuş olan kaya kitlesinin üstüne inşa edilen Keçi Burcu; surlar üzerinde bulunan burçların en büyüğü ve en eskisidir. İnşa tarihi bilinmemekle birlikte 1223 yılında Mervanoğulları tarafından onarıldığı anlaşılmaktadır. Bu görkemli burç içerisinde 11 kemer bulunmaktadır. Eskiden tapınak olarak kullanıldığı düşünülen burcun son bölümünde bir kuyu ve yeraltı geçidini andıran dehliz bulunmuşsa da üzeri beton bir blokla kapatılmıştır. Bu ansiklopedik bilgi de burç üzerindeki bir tabeladan ;)
On Gözlü Köprü'ye gelecek olursak; ona sıra geldiğinde çok yorulmuş olduğumdan mı yoksa artık gecenin karanlığı çokça çökmüş olduğundan mı bilinmez pek bir ilgimi çekmedi. Tarih boyunca birçok kez yıkılıp yapılmış olan köprünün sayısal bilgileri ise şöyle. Uzunluğu 18 m, genişliği ise 7-8 m civarında. Yıkılmadan kalan son halinin ise 6. yüzyılda yapıldığı bilgisine ulaşılmış. Yani aslında köprünün kaç yüzyıllık olduğunu varın siz düşünün :)
Üst kısımda gördüğünüz kabartma Anadolu Aslanı'nın tasviriymiş. Nesli tükenmiş olan bu aslan en son yüzyıllar önce görülmüş. Tarihi bile bilinmiyormuş ne yazık ki. Altındaki resimde ki kapıdan da Ulu Camii'ye giriş yapılıyor.
Eh bu güzel mekanda kahve içmeden kalkmak olmazdı değil mi? Bu gördüğünüz bildiğimiz Türk kahvesi. Eee neden söyledin ki şimdi bunu diyenler varsa; söyledim çünkü bu tur bana birkaç çeşit kahvemiz olduğunu öğretti. Zamanla hepsini anlatacağım ;)
Hasan Paşa Hanı'ndan çıkar çıkmaz otobüsümüze binip nereye doğru yol aldık biliyor musunuz? Güzeller güzeli Hasankeyf'e. Bir de ben söylemek istiyorum "Hasankeyf yok olmasın!" diye ama maalesef anlatılanlar böyle bir ihtimalin artık bulunmadığı yönünde. Hasankeyf yazısında görüşmek üzere.
İlk molamızı Elazığ'ın hemen yakınında bulunan ve tektonik bir göl olan Hazar Gölü'nde verdik.
Kenarındaki banklara oturup çayımızı kahvemizi yudumlarken bir yandan da rehberimiz Cem Bey'in gölle ilgili verdiği bilgileri dinliyorduk. Gölün Türkiye'nin en derin gölü olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Derinliği 213 m'yi buluyormuş. Bunun yanı sıra da çok anlamlı bir efsanesi varmış;
Yıllar yıllar önce henüz burada göl oluşmamışken hamile bir kadın buradaki köyden geçmekteymiş. Burnuna gelen nefis ekmek kokusuna dayanamayıp bir parça istemiş. "Kimden hamile kaldıysan git ondan iste ekmeği!" cevabını almış maalesef. Bununüzerine kadın dayanamamış ve elini yere koyarak "İnşallah bu köy su keser, ben de taş keserim" diye beddua etmiş. Yıllar sonra da tektonik bir hareket sonucu köy sular altında kalmış. Kadının da dağa dönüştüğü söyleniyormuş. Öyle ki; Hazar Baba Dağı olarak bilinen bu dağda yüzü, hamile karnı, saçları ayırt edilebilen bir kaya bulunuyormuş.
*Görsel: http://hazargoluefsanesi.blogspot.com/ dan alınmıştır.
Çaylar kahveler içilince tekrar yola çıktık. İstikamet Diyarbakır. Diyarbakır'a ayak basar basmaz büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı söylemek zorundayım çünkü her yer çok pisti. Her şehirde bayram öncesi kurulan sağlı sollu seyyar satıcı stantlarından ötürü bulunan her boşluk çöplük olarak kullanılmıştı. Kaldırımlarda, yollarda sek sek oynar gibi ilerlediğimizi söyleyebilirim. Hele bir de üstüne grup arkadaşlarımızdan birinin telefonu çalınınca herkes bütün antenlerini açtı. Her yer o kadar kalabalıktı ki, bir ara 2 bücürün rehberimizin sırt çantasını hedef aldıklarını görünce onu uyarmak için hareketlendim ama o benden hızlı davranıp sırt çantasını önüne aldı.
Tabii rehberimiz bizim için bayrak sallayarak ilerlerken bütün esnafın da dalga konusu olduk :)-O ne sallıyor? Ne bayrağı o öyle?
-Haaa?!
-Bayrak, bayrak baksana!
-Hee. Ha bunlar turist bak. O da bunlar kaybolmasın diye sallıyor onu. (Yerel şive eşliğinde seslendirmek isterdim size)
Neyse biz ilerlerken sivil bir polis de rehberimizi hırsızlıklara karşı uyarınca herkes bütün çantaları, cüzdanları, fotoğraf makinelerini önüne alarak ilerledi. Bütün olumsuzluklara rağmen yukarıda gördüğünüz minaremsi yapıya varınca bütün ruh halimiz değişti. Neden mi? Çünkü bu minarenin altında 7 kere dönerek dilek dilerseniz dileğiniz kabul oluyordu. Bayan popülasyonu bayağı yüksek olan grubumuzun neredeyse tamamı minarenin dibinde dönmeye başladık. Diyarbakır halkı da bizi izlemeye başladı ;)
Dilekler dilendikten sonra, kapanmış olsa da, ricamız üzerine bizlere kapılarını açan, Mar Petyum Kilisesini gezmeye gittik. Bu kilise halen Diyarbakır'da yaşayan Keldaniler tarafından kullanılan bir Katolik Kilisesi. Kilisenin kesin yapılış tarihi bilinmiyormuş. Yalnız kapılardan birinin üzerinde bulunan 1834 yazılı bir kitabe bulunuyormuş. Bu tarih de kilisenin onarım tarihlerinden biriymiş. Dolayısıyla tarihi çok daha eskilere dayanmaktaymış. Bizi güler yüzle karşılayan görevliler, aynı güler yüzlülükle ve iyi dileklerle uğurladılar, sağ olsunlar.
Yolda yaşanan bir aksaklık yüzünden Cahti Sıtkı Tarancı Müzesi'ne giremedik, kapanmıştı. Gün batmadan meşhur Diyarbakır Surları'na gittik ve o güzelim manzarayı izleme şansına nail olduk. Şakır şukur herkes fotoğraflarını çekildikten sonra inerken bir de ne görelim Üzerinde bulunduğumuz Keçi Burcu'nun altı da pek güzelmiş. Haldır huldur bir de orada fotoğraf çekinmeye gittik.
Böyle mekanları sizler de benim gibi sevenlerden misiniz bilmem ama burası öyle güzel bir atmosfere sahipti ki orasından, burasından, her yerinden resimlerini çektim. Bu farklı atmosferde ne güzel organizasyonlar düzenlenir değil mi? İçeri girer girmez onu hayal ettim nedense.
Mardin kapısının doğusunda yontulmuş olan kaya kitlesinin üstüne inşa edilen Keçi Burcu; surlar üzerinde bulunan burçların en büyüğü ve en eskisidir. İnşa tarihi bilinmemekle birlikte 1223 yılında Mervanoğulları tarafından onarıldığı anlaşılmaktadır. Bu görkemli burç içerisinde 11 kemer bulunmaktadır. Eskiden tapınak olarak kullanıldığı düşünülen burcun son bölümünde bir kuyu ve yeraltı geçidini andıran dehliz bulunmuşsa da üzeri beton bir blokla kapatılmıştır. Bu ansiklopedik bilgi de burç üzerindeki bir tabeladan ;)
On Gözlü Köprü'ye gelecek olursak; ona sıra geldiğinde çok yorulmuş olduğumdan mı yoksa artık gecenin karanlığı çokça çökmüş olduğundan mı bilinmez pek bir ilgimi çekmedi. Tarih boyunca birçok kez yıkılıp yapılmış olan köprünün sayısal bilgileri ise şöyle. Uzunluğu 18 m, genişliği ise 7-8 m civarında. Yıkılmadan kalan son halinin ise 6. yüzyılda yapıldığı bilgisine ulaşılmış. Yani aslında köprünün kaç yüzyıllık olduğunu varın siz düşünün :)
Üst kısımda gördüğünüz kabartma Anadolu Aslanı'nın tasviriymiş. Nesli tükenmiş olan bu aslan en son yüzyıllar önce görülmüş. Tarihi bile bilinmiyormuş ne yazık ki. Altındaki resimde ki kapıdan da Ulu Camii'ye giriş yapılıyor.
639 yılında Diyarbakır'a egemen olan müslüman Araplar tarafından şehir merkezindeki Martoma Kilisesi'nin camiye çevrilmesiyle Ulu Camii oluşturulmuş. Değişik dönemlerde birçok kez onarım görmüş ve çeşitli eklentiler yapılmış olan bu camide birçok farklı medeniyetin izleri görülüyor.
Resimde gördüğünüz Diyarbakırlı amca, ben bize verilen 15 dk lık gezme ve resim çekme süresinde kendimi paralarken, "Benim de bir fotoğrafımı çekiver kızım." diyerek bana gönüllü poz vermiş ve Diyarbakır'la ilgili hissettiğim tüm olumsuz duyguların yok olmasını sağlamıştır. Kendisine sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Bu muhteşem şadırvan da hepimizin objektiflerine öylesine güzel pozlar verdi ki say say bitmez.
O an yanımda örtü bulunmadığından babamın montunu başıma geçirerek girdiğim caminin içi alışık olduğumuz şatafatlı süslemelerden uzak, oldukça sade ve dolayısıyla çok etkileyiciydi.
İçeride olduğu gibi dışarıda da oldukça farklı bir tasarım mevcut. Camilerde görmeye hiç de alışık olmadığımız mermer sütunlar ve diğer işlemeler bu caminin değerine değer katar özellikte.
Bu gezide birçok kapı resmi çektim ve sizlerle de paylaşmayı düşünüyorum. Bu kapı da yıkılmaz duruşuyla beni çok etkiledi.
Ve Diyarbakır'ın en beğendiğim yeri karşınızda; Hasan Paşa Hanı. Temizliği, çalışan esnafın kibarlığı ve ilgisi hepimizi çok memnun etti. Satılan ürünler de çok çekiciydi tabii.
Bu güzelim Han, Osmanlılar şehri aldıktan sonra Sokullu Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Kendisine teşekkürü bir borç bilirim. Diyarbakır'ın en güzel yapılarından birinin yapımına ön ayak olmuş. Diyarbakır bizlere sadece tek bir azınlık grubun egemenliğindeymiş gibi tanıtılsa da aslında birçok farklı etnik grubu barındırdığını gidip gördüğünüzde anlıyorsunuz. Siyaset bu dünyanın sonunu getirecek, söylemedi demeyin.
Bakın bu mekanda da ne güzel kutlamalar yapılır sizce de öyle değil mi? Zamanımız olsaydı grupça çıkmayacaktık içinden. Atmosferi öyle güzel ki kapıdan içeri girdiğinizde farklı bir dünyaya girmiş gibi hissediyorsunuz.
Bu karede ben de görünmek istedim :) Yaşam ağacı gibi, sizce de çok güzel tasarlanmamış mı?
Bu kapıyı da bilmeyenler için anlatmak isterim. Kapının ana kısmı hayvanlar için, o dönemde genellikle develerin geçmesi için açılırmış. Küçük kısım ise insanlar geçsin diye.
Dediğim gibi bayrama birkaç gün kalmış olması sebebiyle her yanımız tezgah doluydu. Yok yoktu diyebilirim. Benim ilgimi en çok çekense işte bu tezgah oldu. Baharatların böyle sırayla, renk renk dizildiğini hiç görmemiştim ve çok güzel görünüyordu. Böyle yaratıcı esnafa can kurban ;)Hasan Paşa Hanı'ndan çıkar çıkmaz otobüsümüze binip nereye doğru yol aldık biliyor musunuz? Güzeller güzeli Hasankeyf'e. Bir de ben söylemek istiyorum "Hasankeyf yok olmasın!" diye ama maalesef anlatılanlar böyle bir ihtimalin artık bulunmadığı yönünde. Hasankeyf yazısında görüşmek üzere.
Konuyla İlgili Düşüncenizi Yorum Bölümünde Paylaşabilirsiniz